>
 
   
     
 
   
Laleper AYTEK - Fotograf : Gül ÖZLEN

Laleper AYTEK


YAKINLIK = SIFIR MESAFESİ
   
"Yakınlaşıyorum çünkü iyi fotoğraflar çekmek istiyorum" derken Eugene Richards, sanki Robert Capa'nın "eğer fotoğrafınız yeterince iyi değilse, yeterince yakın değilsinizdir" cümlesine bir gönderme yapmaktadır.

Yakınlaşmak, yakın olmak, yakınında olmak, yakın(ın)dan bakmak ve içerdekini de görebilmek bir aşamada galiba fotoğrafçıların en temel dertlerinden biri olmak zorunda. Eğer fotoğrafı hayatınızın sizden ayrılmaz, gerçek bir parçası yapma gibi bir derdiniz, bir onsuz olamama haliniz ve hatta yastığızın altında fotoğraf makinenizle uyuma isteğiniz varsa. Yani vizör sizin aynı zamanda hem eliniz, hem kolunuz, hem mideniz, hem ayaklarınız, hem gözünüz, hem kalbiniz ve hem de beyninizse.
İşte o zaman neredeyse mutlak bir yakınlıkta yani sıfır mesafesinde kalmak kaçınılmaz görünüyor (hem fotoğrafa hem de kendinize).
Görüntü sizi bir yerlere sürüklerken, eliniz ayağınız kesiliyor, hiçbir şey düşünemiyor ama bir tek "o" an'a, "o" insana doğru adeta kilitlenerek yol alıyorsanız yakınlaşmaya başlamışsınız demektir.
Buluşma anı sabır gerektirir, yansıtmayı içinizi, gölgelememeyi kendinize ait olanları ve olabildiğince açıklığı -ki bu katılmaktır hem fotoğrafa, hem de hayatın kendisine. Karşınızdakinin yaşamına karışmayı, onunla konuşmayı, şakalaşmayı ve paylaşmayı gerektirir. Fotoğraf bunlara ihtiyaç duyar.
"Bir insana gidip sizin fotoğrafınızı çekebilir miyim derseniz pek başarılı olamazsınız, çünkü insanlar rahatsız edilmek istemezler. Onun yerine o insanlara, onların hayatları hakkında bilgi almak istediğinizi ve buna gerçekten önem verdiğinizi gösterebilirseniz işte bu bir ilk adım" olabilir. (1)

Bir karşılıklılık hali,
Bir tür sevgililik,
İçerden bir bakış,
Gözlerimi kaçırmadan,
Kalbimi uzaklaştırmadan,

Kendime de, karşımdakine de "yeterince yakın mıyım?" sorusunu her adımda sorarak.

Çünkü; izleyici "o" fotoğrafa (ya da "o" insana)

ancak fotoğrafçının ;

  • yakınlaşabildiği kadar yakınlaşabilir,
  • hissedebildiği kadar hissedebilir (belki farklı ama o kadar- çünkü ancak kendimiz kadarını, kendimizdeki kadarını aktarabiliriz hayata , fotoğrafa ya da bir insana...)
  • baktığı kadar fotoğraf da size bakar,


Sözün bittiği yer

Uzaklaştığında ve boğazında düğümlenen paslı bir tat kaldığında ısrarla, geriye dönüp bir daha bakmak istediğin, sorduğun, merak ettiğin şeyi fotoğrafa dair bulurum.
Gözlerindeki ışık işte tam o anda parlar ve bir an önce gerçekten buluşmak için o fotoğrafla, geriye dönüp yürürsen ya da kitabın sayfalarını geriye doğru çevirerek, "sahneden ok gibi fırlayarak yükselen ve sana doğru hızla gelerek saplanan" şey'e bir daha ve ısrarla bakarsan işte bu fotoğrafa dairdir diye düşünürüm.

Gördüğün şeyin ne(ler) olduğuna ("ne hoş bir gün batımı" ya da "bak, burası Assos değil mi?, hatırlar mısın geçen yaz da ben buna benzer bir fotoğraf çekmiştim" türü hatıralara) değil ama gördüğün şeye dair isimlendirememe özrünün duygusuysa bu rahatsızlığı daha da çok sever, daha fotoğrafın kendisine ait bulurum.

Fotoğraf kaç(a)madığım şeylerin başında gelir.

Görüntü kadar ben de maruz kalarak , kaldığım kadarıyla bir fotoğrafı; çekilene ve çekenin duygusuna dair kılabilirim. Çektiğim fotoğrafla bu duyguyu çoğaltabilirim. Ardından önce merakla sonra da inanılmaz bir keyif ve artan bir ilgiyle çağrışımlarım üşüşmeye başlar kalbime, ellerime, görüntüler dolaşmaya, uçuşmaya başlar gözlerimin önünde ve bir coşku kaplar içimi, sığmayan bir şeyler vardır, sanki tutamayacakmışım gibi gelen duygular artık fotoğrafın karar anını işaret etmektedir.

Bir fotoğrafın altına yazılanlar, yapılan açıklamalar görüntüye dair duygu ve düşüncelerin bir yansıması, bir diğer ifadesi olarak düşünülebilirse de -şiir, düz metin vb.- görüntüyü tek bir anlatım katmanına hapsederek, o fotoğrafla birlikte yaşayabilecek pek çok farklı/ayrı duyguyu, düşünceyi, merak ya da ilgiyi adeta budamak, o görüntüyü sıradanlaştırabilir,sıkıştırabilir, yok sayabilir ve neredeyse çok kısa zamanda unutturabilir bile. Bir görüntü size hatırlattıkarında yaşarken, sizi yaşatır, yaşama bağlar, ve en çok da hayatta kalmaya zorlar.

Oysa geriye dönüp bir daha bakılmak ve okunmak istenen, okunduğunda yeni sorularla, farklı meraklarla izleyiciyi başbaşa, gözgöze getiren fotoğraflar hiç de uslu ve uysal değildir; kışkırtıcı, sarsıcı, delici ve hatta saldırgandırlar.

"Bir metni çağrıştıran fotoğraf", bir metinle birlikte izleyiciye sunulan fotoğraftan daha mı ilgi çekicidir? (Özellikle Türkiye'mizde) metin yoksa sözün açıkladıklarına fotoğrafın ihtiyacı olduğu (mu?) düşünülür ve o kadar açıklamaya boğulur ki görüntüler, adeta kafalardaki düşüncelere uydurulmuş boş çerçevelere yerleştirilirken, aslında fotoğrafın müebbet hapsini ya da idama mahkumiyetini izleriz konuşma boyunca ya da yazılı metinle birlikte.

Söz ve/ya yazı görüntüye dair açıklama yaparken rol çalmaya, öne geçmeye çalışır, görüntüye eşlik ettiği düşünülse de ve rahatlattığı izleyiciyi aslında fotoğrafsız bırakır.

Ben en çok bir fotoğrafın metne ya da sözlü açıklamaya gerek duymayanını fotoğrafa dair bulurum.

Çünkü fotoğraf en çok sözün bittiği yerde ve;

şarkı söylemek kadar lazım,
kavuşmak kadar beklediğin
bir aşktır.
vazgeçemediğin uçuşlardaki
pervane misali.

(1) Eugene Richards

 
Laleper AYTEK
 
 
 
 

.