İlk derste öğrencilerden fotoğrafın en kısa tanımını yapmalarını isterim.
Beklediğim yanıt pek çıkmaz ve söylerim; fotoğraf bir teknolojidir.
Hepsi bu kadar.. Biraz daha açık bir tanım yapılabilir; fotoğraf,
optik görüntünün kimyasal veya sayısal tekniklerle kalıcı kılınmasıdır.
Yakın yıllara kadar kimyasal ile yetiniyorduk, şimdi sayısal da var.
Belki yakında başka teknikler geliştirilir. (Sayısal
denince şaşırıp yarışmaların dışında tutmaya çabalayanların kulaklarını
çınlatarak.. Hangi teknikle yapıldığı mı önemlidir?).
Fotoğrafın 162 yılına bakıldığında açıkça görülür ki, fotoğraf teknolojisindeki
her gelişme yeni fotoğraf konuları, estetiği ve yorumu getirmiştir.
Beraberinde fotoğrafçının yapısı değişmiştir. Üretilen fotoğraflar
insanlığın algılayış ve düşüncelerini derinden etkilemiştir. Ve bu
değişim, etkileşim sürmektedir. Örneğin benim yaşamım içinde dünyanın
uzaydan fotoğraflanması çok büyük bir devrim yaratmıştır. Artık herkes
çevrecidir. Hiç de uçsuz bucaksız gibi görünmeyen, küçük ve mavi-beyaz
kırılgan küre, yeryüzü, önümüzde öylece durmaktadır.
Bizler fotoğraf adına ne yapmaktayız, neler üretmekteyiz?. Sergilerde,
kataloglarda ya da şimdilerde web sayfalarında gördüğümüz işler nicedir?.
Ne kadar fotoğraftır. Malzeme olarak fotoğraf oldukları doğru da,
neden ilgi derlesinler ve yapana aferin kazandırsınlar?.
Avusturya'da yapılan bir uluslararası yarışmanın kataloğunda, Türkiye'den
de katılanlar olduğunu ve dördünün basıldığını gördüm. Eşeğe semer
yapan bir adam, at arabasına ahşap teker takan başka biri, kilim dokuyan
köylü kadın ve kalaycı.. Eh işte, geçerken nasıl görüveriyorsak öyle.
Marifet oradan geçmek ya da makinayı yöneltmek midir?. Dışarıda ülkemizi
nasıl tanıttığımız cabası.. Çok geniş bir çevrede üretilmekte olan
işleri yakından bilerek uzun zamandır düşündüklerimi yazmak istedim.
Yüreklice.. Ancak hemen vurgulamalıyım ki, eleştirilerim önce kendime
yöneliktir.
Birinci yanlış; eline makinayı alan kendisinden çok aşağıdaki sosyal
sınıflara yönelmekte ve oralardan derlediği her görüntüyü fotoğraf
sanmaktadır. Fotoğrafın teknik, estetik ve düşünce boyutu tamamen
göz ardı edilmektedir.
Tabi ki alt sosyal kesimlere yönelik çalışmalar yapılacaktır. Ama
incelemiş, sosyal-kültürel yapıya girmiş, öyküyü tamamlamış, teknik
ve estetik değerler yüklemiş olarak. Örnek mi, Eugene Smith'in "Köy
Ebesi", "Kasaba Doktoru" ya da "Minamata";
Koudelka'nın çingeneleri, Salgado'nun işçileri, Brassai'nin Paris
geceleri, Bill Brandt'ın "The English at Home" dizisi ve
daha niceleri. Bunlara fakirlik edebiyatı diyorsanız 60'larda
ABD'nde ortaya çıkan Friedlander ve Winogrand yorumlarına bakın. "Hiçbirini
görmedik" mi diyorsunuz, kusura bakmayın ama siz fotoğrafla mı
uğraşıyorsunuz?.
Bir zamanlar "Anadolu Türküsü" moda idi. Arabaya atlanır,
bir köyün yamacında pusuya yatılır, nasıl olsa eşekli ya da at arabalı
köylüler geçecektir. Takarsınız 300'ü, ah ne kadar hoş.. Hele heybenin
bir gözünde çocuk varsa.. O insanların öyküleri, dertleri, yaşayış
ve düşünüş biçimleri, gelenekleri, insan sıcaklıkları varmış kimin
umurunda. Biz ne sosyoloğuz ne de edebiyatçı. Makinalı tüfekle ava
çıkar gibi basarsınız düğmeye biter. Şimdi köylerde eşek ya da at
arabası bitti, hemen hepsi traktörlü. Evlerde buzdolabı, televizyon.
Hiç traktörlü köylü fotoğrafı gördünüz mü?.
Altı yıl önce İsveç'li bir fotoğrafçı gelmişti, Anne Marie. Konya'nın
bir köyünde üç ay kaldı, sergisini açtık ve gitti. Hepsi güzeldi ama
biri beynime kazındı; baba eve dönmüş sekide oturuyor, paçaları sıyırmış
ayaklar leğende, karısı diz çökmüş yıkıyor, kızı elinde havlu biraz
geride saygı ile bekliyor.. Siyahbeyazı ve genel düzenlemesi kusursuz.
|
(Beş-on tane var demeyin, bir tavırdan, genel yaklaşımdan söz ediyorum).
Gecekondular apartmana, kağnılar traktöre dönüşünce, Karadeniz yayla
şenliklerinde bile yerel giysiler kaybolunca Türkiye'de fotoğraf bitti
biter. (Sahi biter mi?). Eh,
siz de düşersiniz yollara, renkli nereler kaldı yeryüzünde. Hindistan
mı, Mısır mı?. Hele bir de panayır yakalamışsanız..
Çok zaman önce bir dergide şunları okumuştum, "tak tak vurdu kafasına
ve fotoğraf bununla yapılır dedi"..
İkinci yanlış; hemen herkesin renkliye sığınması ve yaptıklarını fotoğraf
sanmasıdır.. Ortalıktaki renkli işlerin siyahbeyaz kopyalarını alın,
%90'ı çamur gibi olacak ve atılacaktır. Rengi inkar ediyor değilim,
ama hele şu "saydam gösterilerinin" fotoğrafı katletmekte
olduğunu düşünüyorum. (Nusret
Nurdan Eren'in gösterisiyse iş değişir tabiî.. Hemen ayaklanmayın, az
da olsa iyi işler var).
Üçüncü yanlış; özellikle dışarı fotoğraf yollarken, ülkemi nasıl tanıtıyorum
diye bir soluk düşünülmemesidir. Yanlış tanıtım iki yönlü; sosyal kesitin
hep en altını aktarmak ya da fotoğraf yapanımızın daha fazlasına aklının
ermediğini duyumsatmak ne kadar anlamlı?.
Meraklısına ipucu; uzak doğu, Çin - Hong Kong - Singapur bayılır bu
tür fotoğraflara. Hele araya yaşlı yüz veya çıplak katarsanız. Ama Avrupa'ya
yolluyorsanız fotoğrafınızda düşünce izleri olmalıdır. Avrupa derneklerinde
seçkinleşmişlerin mutlaka kendilerine özgü konuları ve teknik, estetik
çözümlemeleri vardır. Daha görürken bilirsiniz, bu onundur.
Şimdi tekrar soralım, fotoğraf nedir?. Bu eşsiz teknolojiyi kullanıyor
olmak yeterli midir?. Lartigue çocuksu "bakın şunu görmüştüm"
tavrını sonuna kadar korumuştu. Siz de mi görüverdiklerinizi paylaşmakla
yetinmektesiniz?. Düşünceleriniz, yorumlarınız, haykıracaklarınız yok
mu?. Hüzünlerin, sevinçlerin, düşlerin, duygusal zenginliğin ya da beyindeki
amorf kıvılcımların fotoğrafı ilginizi çekmiyor mu?. Sevgi, dostluk,
içe kapalı derinlik ya da dışa taşan coşku.. Işığın, gölgenin, ton zenginliğinin,
rengin, biçimlerin, hacimlerin istifi senfoninin melodileri olamaz mı?.
Biçimlerden felsefeye, belirsiz bir lekeden evrenin sırlarına, iki boyutlu
sanılan yüzey üzerinde yüzbin yılın birikimini özetleyivermek olası
mıdır?. Gerçekte fotoğraf görkemli bir uğraş değil midir?.
Eveet, şimdi başka bir soru ile bitirelim; bir yarışmanın seçici kurulundasınız,
önünüze yığılan işlerde ne ararsınız, hangisini daha iyi bulursunuz?.
Işığınız bol, düşünceleriniz kanatlı, yüreğiniz coşkulu olsun.
|